KARS ARPAÇAY TAŞBAŞI ::>TEREKEME
  TEREKEME HİKAYELER
 

Kiziroğlu Mustafa Bey

 


Halk şiirimizde kavganın ve coşkunun en büyük temsilcisi Köroğlu'dur.Şiirlerinde öne çıkardığı kahramanlık, savaş, yiğitlik vb. konular, şair olanKöroğlu ile eşkıya Köroğlu'nu halkın zihninde kaynaştırmıştır.
Şu ana kadar bu adı almış yüzlerce şair ve eşkıya 'Köroğlu' türemiştir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, şairKöroğlu ile eşkıya Köroğlu birbirlerinden ayrı kimselerdir.Ancak, dikkatimizi çeken bir nokta daha var ki, o da her iki Köroğlu'nda yiğitlik ve şairlik gibi iki özelliğin bir arada bulunmasıdır. İster şairKöroğlu olsun, ister eşkıya Köroğlu, kahramanlık ve şiir onların hayatlarından hiç eksik olmamış ve 'Köroğlu' dendiğinde her zaman bu iki kavram akla gelmiştir.
Aşağıya aldığım eşkıya Köroğlu ile Kiziroğlu Mustafa Bey arasında geçen şu olay,Köroğlu'ndaki kahramanlık ve şairlik özelliklerini bir arada yansıtması bakımından çok çarpıcıdır.
Osmanlılar devrinde küçük köylerde hükûmetle halk arasında vasıta olan memurlara kizir denilirdi.Bir tür muhtar, yani.Mustafa, işte böyle bir kizirin oğludur. Kars civarında Kısır Dağları'nın eteklerinde ata binerek, ok atıp kılıç sallayarak büyür.Haksızlıklara hiç tahammülü yoktur onun.Bu yüzden kısa zamanda ünü dört bir yana yayılır ve o yörenin efendisi olup asayiş ile hüküm sürmeye başlar.
Gel zaman git zaman, batıdanKöroğlu adında bir yiğit çıkagelmiş köye. Buralarda adaletsizlik olduğunu sanarakKısırDağları'nda bir derede mesken tutmuş ve Kiziroğlu'nun yöreden ayrıldığı bir vakitte köyünü ele geçirip bir kale inşa etmiş.Kiziroğlu geri geldiğinde olanları görüp,
- Bu kim ola ki benim yurdumda kal'a kurup hüküm yürüte!diye çıkmış Köroğlu'nun karşısına. İki yiğit birbirlerinin zalim olduğunu sanarak günlerce dövüşmüşler.Köroğlu'nun Kırat'ı ile Kiziroğlu'nun Ala Paça'sı da sipahileri gibi birbirleriyle mücadele ediyorlarmış. NihayetAla Paça,Kırat'ı yenince Kiziroğlu bundan cesaret almış ve:
- Ala Paça bu Köroğlu'nun atını alt etti. Ben de onu yensem gerek, deyip hırs ile saldırmış.O sırada Köroğlu'na bir ürperti gelip şöyle aman dilemiş:
- Dur bre yiğit!Bana azıcık mühlet ver, gidip yoldaşımla ve karımla helallaşayım!
Kiziroğlu mühlet vermiş ve Köroğlu helalinin yanına varıp sazını şöyle dillendirmiş.Görelim ne söylemiş:

Bir atı var Ala Paça, peh peh peh
Mecal vermez Kırat kaça hey hey hey
Az kaldı ortamdan biçe
Ağam kim, paşam kim, nigâr kim, hanım kim?
Kiziroğlu Mustafa Bey
Bir Bey'in oğlu
Zor Bey'in oğlu
Hay edende haya teper, peh peh peh
Huy edende huya teper, hey hey hey
Köroğlu'nu suya seper
Ağam kim, paşam kim, nigâr kim, hanım kim?
Kiziroğlu Mustafa Bey
Bir Bey'in oğlu
Zor Bey'in oğlu
Bir fendinen geldi geçti, peh peh peh
Hışmı dağı deldi geçti, hey hey hey
Ağam kim, paşam kim, nigâr kim, hanım kim?
Kiziroğlu Mustafa Bey
Bir Bey'in oğlu
Zor Bey'in oğlu

Meğer Kiziroğlu, kaçmasın diye hasmını evine kadar takip etmiştir.Karısına söylediklerinin hepsini duymuş, duygulanmış ve sonra kendinden utanmış.Orada Köroğlu'nun canını bağışlamış, boynuna sarılıp helallik dilemiş.İki yiğit, birbirlerinin zalim olmadıklarını anlamış ve dost olmuşlar.Köroğlu, bu dostluktan memnun olarak Kiziroğlu'nun yurdundan ayrılmış. O günden sonra Kiziroğlu'nun namı bir kat daha artmış.Yiğitliği, adaleti ve civanmertliği dillere destan olmuş.Sonradan onun yurduna "Kiziroğlu" diye ad koymuşlar.Şimdi Kısır Dağı eteklerindeki Kiziroğlu köyü, onun hatırasını yaşatmaktadır.
Şu ana kadar yaşamış "Köroğlu" unvanlı kimselere bakarak bundan sonra gelecek "Köroğlu'ların" da yiğitlikleriyle beraber şiirleriyle de dilden dile dolaşıp destanlaştığını göreceğimizi zannediyoruz.

KAYNAKLAR
"Yeni Yazı",Güz-1999-İstanbul.
Nihat Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi I, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1990.


M.Fatih ALKAYIŞ
Gaziantep Üniversitesi Adıyaman Eğitim
Fakültesi Araştırma Görevlisi


HAMBAL HASAN

 

Ahmet KARSLI

 

Sırtındaki kasaların ağırlığını dizlerinin titremesinden hissediyordu yalnızca, onun işi “Hambal”lıktı , işinden şikayet etmiyordu , güçlü kuvvetliydi ama bugün Meşedi Urusdam kişi sırtına kasaları yüklerken galiba biraz dolduruşa gelmişti. Üç kasa domatesi , iki çuval un ya da şekeri sırtında taşırken sanki gezintiye çıkmış gibi hissederdi kendisini ama bugünkü yük galiba biraz istiap haddini aşmıştı , Meşedi ona “Lele”sinden bahsetmiş onun ne zalım bir pehlivan olduğunu anlatmıştı pazarlık yapmadan ... Evet, O’nun  Lelesi Erzurum’da Cirit yarışlarında da birinciymiş, Kars’taki “Güleş”lerde de ... hatta ünü o kadar yayılmışmış ki , Padişah efendimiz zamanın birinde onun pehlivanlığını duymuş ta onu Edirne’ye Kırkpınar’a istemişti efsanevi oyunlarını seyretmek üzere ... ve karşısına , derler ki Sultanların Başpehlivanı “Sümük Üzen” Kel Aliço’yu çıkartmıştı. Lelesinin bileğini o vakte kadar değil büken , tutmaya fırsat bulan pehlivan olmamıştı , Kel Aliço onu tanımıyordu ama tanımamasının cezasını da neredeyse çekecekti, daha güreş başlar başlamaz Kel Aliço peşrev bile yapmadan bu adı sanı duyulmamış, pırtı-palazla karşısına çıkmış  garip pehlivana mal bulmuş mağribi gibi saldırmış ama bileğine yapışan demir pençenin bileğini yakarcasına acıtmasını hissedince,  keşke biraz peşrev yapsaydım diye hayıflanmıştı... Hambal Hasan’ın Lelesi Domruk Söyün kişi Kel Aliçoyu tuttuğu gibi havalandırmış ve herkesin şaşkın bakışları arasında yere çalmıştı , Kırkpınar’daki hay-huy  sırasında olayın vehametini sadece Cazgır farketmiş ama görmemezlikten gelmesi gerektiğini de bir kenara koymuştu , Kel Aliço tepe üstü yere çakılınca aklı başından gitmişti ama ayağa kalktığında kolunun havada olduğunu görünce doğrusu buna da pek itiraz etmemişti.

İşte bu hayaller Hambal Hasanın süysününü yağır eden dördüncü kasanın ağırlığını sanki azaltıyordu. Hapandan aldığı kasaları Meşedinin İstasyon Mahallesindeki evine  götürecek , evden aldığı Kok Kömürü çuvalını da Meşedinin Erzak dükkanına taşıyacak ve bunun karşılığında tamı tamına ikibuçuk kuruş kazanacaktı Hasan...

         Hasan kendini bildi bileli ya Hamballık veya kamyondan karpuz boşaltma işinde ya da yazın sıcağında Patos’da çalışırdı, her gün işini bitirip de fırından dört somunu aldığında öyle bir dincelerdi ki dünya yansa bir horum otu yanmazdı,hele ara bir çok pul kazandığında bir de Çıldır balığı alınca...

         Günlerin birinde yine Hapandan aldığı bir çuval şeker ve un’u üst üsde koyup Bekdemir kişinin evine ; Yeni Mahalleye getirdikten sonra tekrar Hapan’a dönerken hayatı değişmişti Hambal Hasan’ın, Tam Alpaslan Lisesinin önünden geçerken Cuma “Korkma-Sönmez”ini okuyan liseliler ipinden boşalmış gibi okul bekçisi Niyazı’nın elinden hiç olmazsa iki günlüğüne kurtulmanın tadını çıkarırcasına mermi gibi Lisenin kapısından fırlarken , biraz yorgun biraz dalgın tam oradan geçen Hambal Hasan’a çarpmış ve onu dığarlamışlardı, Hambal Hasan neye uğradığını şaşırmış ayağa kalkmaya çalışırken yoz malı gibi üzerinden onlarca delikanlı geçmişti bile, ortalık biraz sakinleşince Hambal Hasan yerden doğrulmaya çalışırken bir çift ateşle karşılaştı, onlar, Möhteşem’ın muhteşem gözleriydi ve elini ona uzatmıştı Möhteşem, yerden kalkmasına yardım etmek için.

         Möhteşem, Lise 2 de okuyordu , kendi halinde, son derece duygusal bir kızdı , devamlı şiirle; edebiyatla uğraşır , Kerime Nadir ve Yakup Kadri’nin  romanlarının hiçbirini kaçırmazdı ,romanlar başına bela açacaktı bir gün ve, o gün de bu gündü işte... Babası varlı mallı bir adamdı, Kazımpaşa Caddesinde beyaz eşya mağazası ve Ortakapı Mahallesinde kendilerine ait muhteşem evleri vardı Ruslardan kalma , taş oyma ve yüksek darvazalı...

        

“Azeri” diyorlardı onlara ama zaman zaman kendine sormadan da etmezdi “ne demek bu?” diye? Yani onlar “Ne Mutlu Türküm Diyene” dememelimiydiler? Sonradan aşık olduğu Hasan’ına da “terekeme” dediklerini öğrenince bu deyimleri kitaplarda aramış ta bulamamıştı bir türlü.

Hasan Möhteşemin elinden tutmuş , gözlerinin içinde yanmış , teşekkür etmiş hatta birazcık beraber de yürümüşlerdi ... Hasan, eve geldiğinde ne anasının “Hoşgeldin Balam”ını duymuş ne de gavağına “hörre” konduğunu görmüştü, her tarafında iki “Gara Göz” ve bütün duyu organlarında sadece yumuşak sıcak ve küçücük beş parmaklı bir güzellik vardı.

Yemekten içmekten kesildi Hasan , ama hiç bir zaman Cesaret edemedi derdini kimselere açmaya, Günler aylar geçiyor ve Hambal Hasan Alpaslan Lisesinin dağılma zamanı, karşıdaki Baltık Şaheseri Rus binasının kölköyünde Möhteşem’i görmek için  “put” kesilmekten vazgeçemiyordu, sonunda dayanamadı ve birgün gerif anasına derdini açtı , açtı da... anasından yediği zılgıt sonunda derdini bir daha kimseye açmadı; çok samimi olduğu arkadaşı Gaşgaçı Tosun’dan başka.

         Anası ona aynen şöyle demişti:

-          Ay balam, herkeş öz gavağınnan yemelidi, sen bir gerif Hambalsan , ağa gızı senin neyine?...

Hasan süzüldü, Hasan arıhladı , Hasan Gülmeği,gakkıllamağı,şakkıllamağı tergidi ,

Hasanın hayatında tek bir şey vardı artık Lisenin karşısında beklerken ona bakan , gülümseyen ve ona “gel!”  diyen bir çift “Gara Göz”.

         Bir gün, Cesaretini topladı ve Möhteşem’in karşısına dikildi,

-          Men... senin derdinden deli divana oldum , sensiz ne günüm, ne saatim, ne de birce deygem var,        

Dedi.

Möhteşem, bu anı bekler gibi , atıldı:

-          Kaçır beni ,

Dedi.

Kaçırdı Möhteşem’i Hasan... ve, doğru dayısının evlerine Kiziroğlu’na götürdü onu, aradan zaman geçdi... işin işten geçtiğini anlayan Möhteşem’in ailesi kızın nikahını yapmaya karar verdiler amma, Möhteşem’i ve Hasan’ın bütün sülalesini defterden sildiklerini söylemeği de ihmal etmediler.

Hasan Hapan’daki eski mutlu günlerine geri dönmüştü, karısı Möhteşem’le tarifi imkansız bir mutluluk içerisindeydiler , birbirlerini çok seviyor ve çok yakışıyorlardı , zaten Möhteşem gibi bir kız da Hasan gibi bir Göyçek oğlana yaraşırdı, Hasan boylu posluydu, Hasan yakışıklıydı, güçlü kuvvetliydi ve sevgi doluydu, dürüsttü, çalışkandı, Möhteşem daha ne isterdi ki? İki gönül bir olmuş ve samanlık ta seyran olmuştu bile.

Günler Günleri,Aylar ayları kovaladı, Hasanla Möhteşem mutlu olmaya devam ettiler ve bir de oğulları oldu, adını Söyün koydular. Söyün eve daha çok mutluluk getirdi, daha çok sevgi getirdi, güzellik getirdi ama Hasan’a da bazı kaygıları getirdi beraberinde , Hasan ne zamana kadar Hapan’da hamballık yapacaktı , yaşı da ilerlemeğe başlamıştı yavaştan , Söyün için ve Karısı Möhteşem için gelecek kaygıları uykusuz bırakmaya başlamıştı Hasan’ı, evet mutlaka almalıydı , almalıydı bir Gaşga.

Gaçagaç döneminde Karsta bulunan Malakanlar, Rumlar ve Ermeniler mallarını mülklerini eder-etmeze satıp Türkiye’yi terketmekteydiler , iyi insanlardı , ama savaş kötüydü ne yazıkki... özellikle otomobil tamircisi Viktor çok iyiydi , annesi Nina ve Kızkardeşi Olga... Hasan Hambaldı, ona burun kıvırarak tenezzül etmeyen eşrafın yanında tam tersine Viktor ve ailesi onları çok sever ve değer verirlerdi, Hasan ve ailesi onları ziyarat’a gittiklerinde kendilerine  renkli yumurtaların ikram edildiği bir paskalya gününde, Gaşka almak isteğini açınca Viktor:

-          Bizim Vasil Usta, Rusya’ya göçmeğe karar vermiş, onun çok güzel bir “Furğun”u var, satacak adam arıyor ama , o kadar da seviyor ki Furğun’unu... illa değer verdiği, kıymetini bilecek birine gitsin istiyor.

 

Deyince bizim Hasan gene gece uykularını kaçırdı ,günler ve aylarca... Hambal’dı , pulu yoktu , kazandığı parayla sadece evine ekmek götürüyordu, tek tük biriktiriyordu ama bu parayla Gaşga bile alamıyorduki; Furgun alsın. Hasanın gecesi gündüzüne karışmıştı ama bunu duyunca seheri pereli gözle etmeğe başlamıştı , olsun , Furgun iki atlıkdı ve onun sadece bir Atı vardı ama önce Furgunu alırdı sonra Allah ona bir at alma firsatı da verirdi elbet. Canını sıkan ise, Viktor Ustanın, Vasilin hafta içerisinde mutlaka Furgunu satması gerektiğini söylemesi idi. İmkansızdı bu kadar parayı bulması Hasan’ın... geceler...geceler , uykusuz ve düşünceli geceler geçmiş ve son güne gelinmişti , evet bu gün ya Furğun alınacaktı veya alınamayacaktı, Hasan dayanamadı artık ve onurunu ayaklar altına almaya karar verdi nedense... Möhteşem’in gavağına geçti ve,

-          Ay’a sen doğma men doğaram , Gün’e sen açma men açaram diyen , özümden gıymetli, hörmetli, uşağımın anası, gözel-göyçek hatunum, men sene bunnarı diyende gınama meni,

-          Ay kişi derdin nedi?... De!... derdine dermen için gurvan olsun bu sevdakarın senin,

-          Men... bir Furğun’a vurgun olmuşam...

-          ???

Hasan herşeyi anlattı saniyeler içinde , ve “Maral”ı Möhteşemin gözünden bir damla zümrüt süzüldü  al yanağına ve kayboldu gitti...yerinde ıslak izi kaldı.

Möhteşem, Er’i için tek şey yapabilirdi, para-pul ile hiç işi olmamıştı şimdiye kadar , ama anladığı bir şey olmuştu ve canını da sıkmıştı: para çok önemliydi ve... ne kadar vakit geçmişti bilmiyordu,kendilerini defterden silen ağabeyi Sarı Mehralı’nın karşısındaydı... Furgun parasını istiyordu; gözlerini Sarı’nın gözlerinin tam ortasına dikerek.

Sarı Mehralı, kızkardeşini onun tahmin ettiğinden daha sakin ve sevgiyle karşılamıştı, belki de zorunda kalmıştı, sanki pişman olmuştu ama , biraz düşündükten ve bıyık altından gülmesini kardeşinden sakladıktan sonra ,

-          Yahşi , Pul’u vereciyem emme... bir şartım var...

-          Ne şartın varsa başım gözüm üste deyip , önce ağabeyinin şartını dinledi, sonra, yerine getireceğine yemin etti Möhteşem... ve Furgun’un pulunu alıp koşar adımlarla uzaklaştı ağabeyinin Göller Yerindeki oto parçacı dükkanından.

Hasan, kendisine Furgun pul’unu uzatan karısından pulu nasıl aldı , Vasilin yanına nasıl koştu Furgun’u ne zaman aldı ve eve nasıl getirdi bunları hatırlamıyordu ama aklı başına geldikten sonra Möhteşeme pul’u hardan taptığını sorup ta ağabeyinden aldığını öğrenince canı sıkılmıştı ... ama, Furgun o kadar güzeldi ki neredeyse Möhteşem kadar...güzelim Furgunu’unu , renk renk çiçek resimleriyle süslü Furgun’unu bağlayacak yerinin olmamasına kızıyorken gözü bir oda-bir aralık evlerinin önündeki söğüt ağacına ilişti , Furgunu ağaca Varansoy zinciriyle bağlayıp yatağına döndüğünde Möhteşem uyumuştu , O ise ikinci atı nasıl alacağının hesabıyla gözlerini tavana dikmişti, geçten geç, uyumamış ama yorgunluktan kendinden geçmişti ki Möhteşem’in sesiyle uyandı:

-          Hasan...oyan , diyesen Oğurçular gelif!.. Furğunu aparmıyalar?

Hasan, ayak yalın,Tuman-köynek eşiğe fırladı telaşla , koşar adımlarla Furğun’un yanına gittiğinde derin bir nefes aldı , Furğun yerindeydi ve ortalıkta  hiç kimse de yoktu, biraz etrafı dolaştı herşeyin yolunda olduğundan emin olduktan sonra evine döndü , ama o ne ? kapı kapalıydı. Kapıyı çaldı ve şaşkınlıktan dili tutuldu, içeriden Möhteşemin sesi geliyordu:

-          Hasan... Hasan, hele kalk bir kapıya bak, gecenin bu vaktinde kim ola ki?

Hasan yanlış duyduğunu zannetti , bir yandan da “her hal Möhteşem yuhuya keçdi,menim eşiğe çıhtığımı yadınnan saldı” diye düşünerek pencereye seğirtti ve cama tıklattı fazla gürültü çıkartmamaya dikkat ederek,

-          Möhteşem , kapıyı aç menem, men...

İçeriden yine Möhteşem’in sesi geldi:

-Hasan...Gurvan olduğum, kalkıp kapıya baksana, kapıda biri var.

Hasan şaşırdı, Hasan aptallaştı , anlayamıyordu , Hasan kendisiydi ve dışarıdaydı , peki içerideki Hasan kimdi? Daha gürültülü bir şekilde , biraz de kızarak kapıyı yumruklamaya başladı , ama içeriden gelen tepki değişmiyordu:

-Hasan ... Bir galk kapıya bah, kapıyı gıracaklar nerdeyse...

Hasan telaşla yumruklarının sayısını ve şiddetini arttırınca , hemen yan komşuları Mello’nun camındaki ışığı gördü, heyecan ve telaşla o tarafa koştu tuman-köynek, Mello da onun gibi bedeniyle para kazanan, yorgun biriydi ve kapıdan çıkıp Hasan’a ters ters,

-          Ay Lelesi Cennetlik, gecenin korunda ne gıyamatı kopramıssan , ne işin var baş açıh-tuman köynek eşiyhte diyende , Hasan olan biteni anlattı , Mello ve Hasan kapıyı yumrukladıklarında Mello’nun renginin gecenin karanlığında beyazladığını herhal ayışığından farketti Hasan...Mello’nun düşündüğü ve kanını donduran şey ise daha geçenlerde toprağa verdikleri Çapıtpapağların Hasanıydı. Evet içeride bir Hasan vardı, o kesin, Möhteşem boşamı bağırıyordu, peki bu Hasan kimdi? Olmaya Çapıtpapağların Hasan’ı hortlayaydı? Vallah bu, Hortlak Hasandı...

Gecenin bir yarısında Mello yalın ayak-baş açık can havliyle köyün ana caddesinde koşarken garibim Hasan da   meseleyi halledeceğini düşünerek var gücüyle Mellonun peşinden koşuyordu, Mello Hortlaaak!!! Hortlaaak!!! Diye feryat koparırken, Hasan da arkalarından Hortlağın geldiği korkusuyla ona eşlik ediyordu ,

-          Hortlaaak!!! Hortlaaak!!!

Sabah kahvaltıda çay-eppeyh-çeçil yerken , ne Hasan karısına geceyi sordu ne de Möhteşemin ağzı açıldı, evet gerip bir geceydi ama herkes mutluydu ve en önemlisi de

Möhteşem ağabeyine verdiği yemini tutmuştu ve,

Furğun kapıda duruyordu , bir Umut abidesi gibi.

 

DAğ Kuş

Biri vardı, biri yoxdu, bir padşah vardı. Bütün padşahlardan fergli olarag, bu padşah oldugca adil ve ağıllı padşah idi. Hamı onu çox sevirdi, birce vezirden başga. Vezir gece-gündüz yatmayıb onu nece öldürmek, yerine nece keçmek barede düşünürdü. Günlerin bir gününde o elaltıları ile birlikde padşaha gesd eledi ve onun yerine keçdi. Vezir padşahın neslinden bir neferi de sağ buraxmayacağına söz vermişdi. Bu megsedle de öz adamlarına padşahın yegane oğlunu da öldürmeyi tapşırdı. Padşahın arvadı oğlunu da götürüb gullugçularla yaylağa getmişdi, erinin öldürüldüyünden bixeber idi. Vezirin adamları onun alaçığına hücum edende işin ne yerde olduğunu anladı, dedi:
-Binamuslar, yeni siz o geder gudurmusunuz ki, öz padşahınızın arvadına hücum edirsiniz?
Vezirin adamları gülüb dediler:
-Ne padşah, ne zad? Sen artıg padşah arvadı deyilsen, erin çoxdan o dünyadadır. Indi gelmişik seni de, oğlunu da onun yanına gönderek. Padşahın arvadı meseleni başa düşdü, ancag yene de gaçıb canını gurtarmag çalışdı. Uşağı da götürüb, alaçıgdan çıxıb gaçmağa üz goydu. Gelib bir sıldırım gayanın başına çatanda gördü ki, burdan o yana yol yoxdur, onsuz da vezirin adamları onu öldürecekler. Ancag körpe oğlunun düşmen eline keçmemesi üçün onu sıldırım gayadan atdı. Xainler padşahın arvadını öldürdüler, uşağın ölmüş olduğunu zenn edib dalınca dereye düşmediler.
Hemin padşahın bir gardaşı var idi. Vezir neçe defe onun üstüne adamlarını gönderib öldürtmek istemişdise de , bir şey çıxmamışdı. Padşahın gardaşı başına bir deste adam yığıb dağlara çekilmişdi. Bir defe onun adamlardan biri deredeki aslan yuvasının garşısında oynayan bir uşağa rast geldi, uşağı götürüb padşahın gardaşının yanına apardı. Padşahın gardaşı baxdı ki, uşağın bileyinde bir bazubend var. Bazubendi oxuyub onun öz gardaşı oğlu olduğunu bildi. Uşağı götürüb bağrına basdı, şir südü ile beslendiyine göre adını Şirzad goydu. Vaxt keçdi, vede dolandı, Şirzad geldi on beş yaşına çatdı. Bu vaxta geder onun emisinin destesi böyüyüb güvvetlenmişdi. Bir gün emisi Şirzadı, öz iki oğlunu yanına çağırıb dedi:
-Övladlarım, artıg vezirden gardaşımın ve bütün neslimizin gilasını almag vaxtı yetişib. Yaraglanın, döyüşe gedirik. Oğlanlar edeble tezim edib, onun dediyi kimi döyüşe hazır veziyyet aldılar. Vezirin şeherine hücum edib, taxtı ele keçirdiler, veziri bütün şeher ehli garşısında edam etdiler. Şirzadın emisi padşah oldu. Şirzadın emisi oğlanları atalarının Şirzada olan mehebbetine hesed aparırdılar. Bunu hiss eden padşah bir gün balalarının üçünü de yanına çağırıb dedi:
-Men bilirem ki, siz üçünüz de meni çox isteyirsiniz. Men de sizin üçünüzü de eyni derecede çox isteyirem. amma içerinizde en igid olanı menim sağ elim olacag, buna göre de siz gerek öz igidliyinizi sübut edesiniz.
Oğlanlar hamısı bir ağızdan sual verdiler:
-Bunun üçün ne etmek lazımdır?
Padşah dedi:
-Men bir şert kesirem – kim menim atımın ayağı deymediyi yerden, menim görmediyim, bilmediyim bir şeyi getirib gelse, aranızda en igidi odur.
Padşahın böyük oğlu baş eyib sefere çıxmag üçün icaze istedi. Padşah ona yol xerci verib, yola saldı. Oğlan iki ay gece-gündüz yol getdi. Bir gün böyük oğlan baxdı ki, atının ayağın altında ne ise parıldayır. Götürüb gördü ki, bu böyük bir leldir. Öz-özüne düşündü ki, eger atam bu yerlerden keçmiş olsaydı, yegin ki, bu leli götürerdi. Odür ki, daşı götürüb geri gayıtdı. Padşah debdebe ile oğlunun pişvazına çıxdı. Oğlan getirdiyi leli xonçaya goyub atasına tegdim etdi. Atası lele baxıb dedi:
-Şeherin kenarında kahada menim gırx otağım var. Apar bunu birinci otağa goy.
Oğlan gedib kahadakı birinci otağı açanda gördü ki, bu otag hemin lellerle doludur.
Elgerez, indi de növbe geldi ortancıl oğula. O da atası ile sağollaşıb sefere çıxdı, düz üç ay yol gedenden sonra bir meşeye rast geldi. Meşedeki ağacların üstü gızıl meyvelerle dolu idi. Hemin meyvelerden bir heybe doldurub atasına getirdi. Atası onun getirdiyi meyvelere baxıb dedi:
-Apar bu meyveleri kahadakı ikinci otağa goy.
Ortacıl oğul ikinci otağı açanda gördü ki, bu otag hemin meyvelerle doludur.
Növbe çatdı Şirzada. Şirzad edeb-erkanla gelib emisinin elini öpüb dedi:
-Emi, icaze ver, men sefere senin atınla çıxım.
Padşah razılıg verdi. Şirzad emisinin atını minib yola düşdü. Altı ay yol getdi, yeddinci aya dönende birden at dayandı, dönüb arxaya baxdı, kişnedi. Şirzad başa düşdü ki, at burdan o yana getmeyib. Başladı yavaş-yavaş yolunu davam etmeye. Bir geder getmişdi ki, gördü yerde nese yanır. Götürüb baxdı ki, bu öz-özüne yanan bir çıragdır. Çırağın üstüne bu sözler yazılmışdı: “Ay bu çırağı tapan, yer üzünde bu çıragdan iki denedir”. Şirzad fikirleşdi ki, bunun o biri tayını da tapmamış dönen deyilem. toggasının altını berkidib yola düşdü.
Az getdi, üz getdi, gelib bir şehere çatdı. Karvansaraya gelib özüne bir otag kireledi. Axşam bunun menziline bir nefer de geldi. Xurcunundan bir çırag çıxardıb yandırdı. Şirzad baxdı ki, ele bu onun tapdığı çırağın tayıdır. Şirzad gonagla tanış oldu, öz ehvalatını ona danışıb dedi:
-Gardaş, gel sen o çırağı ver mene.
Gonag dedi:
-Burdan bir az aralıda divler yaşayırlar. Onların çox gözel göyerçinleri var. Eger hemin göyerçinlerden bir cütünü mene getirsen, çırağı sene vererem.
Şirzad razı oldu. Yolu ondan öyrendi, tezden atına minib yola düzeldi. Gedib hemin yere çathaçatda arxadan ses eşitdi. Dönüb baxdı ki, onu çağıran bir ağ guşdur. Ağ guş dedi - Şirzad, o adam seni ölüme gönderir. Divler o göyerçinleri atalarından çox isteyirler. Sen gerek divleri yuxuya verenden sonra göyerçinleri götüresen. Amma bax ha, tamah sene güç elemesin, bir cütden artıg götürme.
Şirzad gala divarını aşıb içeri, göyerçinlerin yanına çatdı. Gördü ki, bunlar ele gözel göyerçinlerdir ki, iki göz isteyir tamaşasına dursun. Elini atıb bir cütünü tutdu. Ne geder eledi, ayagları dönmedi, ele ikinci cütü tutmag isteyirdi ki, guşlar buna bend imiş kimi ses-sese verib ele haray saldılar ki, gel göresen! Divler oyanıb Şirzadı tutdular. Şirzad ehvalatı onlara danışdı. Onlar dediler:
-Biz sene guşlardan bir cütünü vererik, amma bu şertle ki, buradan bir az aralada yaşayan divlerin bağındakı üzümden bir sebet bize getiresen.
Şirzad atını minib yola düşdü. Bir az getmişdi ki, hemin divlerin gersine çatdı. Bu vaxt yene arxadan guşun sesi eşitdi:
- Şirzad, menim meslehetime gulag asmadın, başını belaya saldın. Bu defe gulaglarını aç, yaxşı-yaxşı eşit. Nebade ikinci sebeti götüresen. Şirzad yene divleri yuxuya verib onların gersine girdi. Sürüne-sürüne üzüm anbarına geldi. Gördü ki, anbar üzüm sebetleri ile doludur. Ağzı sulandı, sebetin birini gabağına çekib yemeye başladı. Sebet boşalan kimi yene üzümle doldu. Şirzad sebetin birini götürüb çıxmag isteyende, yene tamah ona güc geldi. Dedi:”Ey dili-gafil, heç insafdırmı ki, bu üzümden birce salxım da emime aparmayım?” Bu fikirle elini ikinci sebete uzadanda bütün sebetler gışgırmağa başladılar:”Ay aman, goymayın, anbara oğru girib”. Ses-küye divler oyanıb geldiler. Şirzad ehvalatı olduğu kimi onlara danıştı.
Divlerin böyüyü dedi:
-Buralarda bir ağ div yaşayır, onun gözel bir gızı var. Men o gızın derdinden deli-divaneyem. Eger gedib o gızı mene getirsen, sene bir sebet üzüm vererem.
Şirzad onlardan ayrılıb yene yola düzeldi. Ağ divin gesrine çatanda yene arxadan guşun sesini eşitdi:
-Ey tamahkar insan, sen bu defe ölüme gedirsen. menim dediklerime yaxşı-yaxşı gulag as. Ağ divin gızı bu saat yeddi günlük yuxuya gedib. Yeddi günlük yuxuya gedende o saçlarından çarmıxa çekilmiş olur. Sen gerek ağ divin tövlesindeki keher atı minesen, sonra gızı yerinden galdırasan. Eger galdıra bilmesen, daşa döneceksen. Şirzad hasarı aşıb tövleni tapdı. Tullanıb keher atın beline mindi, birbaş ağ divin gızı yatdığı yere sürdü. Gördü ki, bu ele gözel gızdır ki, yeme, içme, xetti-xalına, gülcamalına tamaşa ele. Eyildi, elini saldı gızın beline, ne geder güc verdise, gızı galdıra bilmedi. Gurşağacan daş oldu. Yene güc verdi, gızı galdırdı. O saat daş eridi. Gızı aldı atın terkine, yoluna davam eledi. Arxadan cürbecür ecaib sesler eşidilirdi, amma Şirzad çevrilib baxmadı. Bir azdan gız ayıldı, ne geder eledise Şirzad onu buraxmadı, gız sakitleşib dayandı.
Bir az belece getmişdiler ki, ele tufan gopdu ki, gel göresen. Şirzad istedi atdan düşüb daldalana. Amma bu vaxt ağ guş caynağında gılıncla peyda oldu. Şirzadı atdan düşmeye goymadı. Şirzad düz iki saata yaxın giyametde yol getdi. Sonra tufan yatdı. Bir az getmişdiler ki, Şirzad gördü çemenlikde belinde gızıl yeher olan bir at otlayır. Şirzad istedi yaxınlaşıb atı tuta, amma bu esnada ağ guş yene ildırım kimi sığıyıb atı govdu. Şirzad ağ guşun bu hereketlerine hirslendise de dinmedi. Elgerez, bu minvalla gelib çatdılar üzümü olan divlerin galaçasına. Ağ guş Şirzada dedi:
- Şirzad, men görürem senin bu gızdan xoşun gelir, onu divlere vermek heç kişilikden deyil.
Şirzad soruşdu:
-Bes ne edim?
-Meni apar, bu gızın yerine divlere ver, üzümü götür, dalısı ile işin yoxdur.
Ağ guş bunu deyib hemin gızın cildine düşdü. Şirzad onu aparıb divlere verdi. Gayıtdı, gızı da, üzüm sebetini de götürüb yola düşdü. Bir az getmişdi ki, gördü ağ guş gabağındadır. Bu defe de onu üzüm yerine divlere verdi. Göyerçinleri aldı, karvansaraya geldi. Burada çırağı olan adama ağ guşu göyerçin evezine verib, çırağı aldı, emisinin vilayetine teref getmeye başladı. Şehere çatanda bir kişi onu sesleyib dedi:
-Harda galmısınız, gelin çıxın da!
Baxdı ki, bu da ağ guşdur. Emisi Şirzadın geldiyini bildi, onu tentene ile pişvaz elediler. Emisi onun getirdiklerine baxıb alnından öpdü ve dedi:
-Aferin oğlum, sen men deyeni tapıb getirdin.
Şirzadla gıza gırx gün, gırx gece toy elediler. Şirzad toy gerdeyine girende ağ guş iki ayağını bir başmağa dirediki, men de seninle gedirem. Şirzad çox dedi, ağ guş az eşitdi, nehayet, ağ guş dediyinden dönmedi. Seher tezden Şirzad emisinin yanına geldi, geceki ehvalatı danışıb dedi:
-Emi, men isteyirem ki, sen ağ guşu bu memleketden govasan.
Emisi dedi:
-Niye ki, ay bala? Axı o sene çox yaxşılıglar eleyib.
Bu söhbeti eşiden ağ guş dedi:
- Şirzad, de görüm men sene ne pislik elemişem?
Şirzad dedi:
-Meni tufanda, giyametde atdan düşüb, daldalanmağa goymadın, gızıl yeherli atı tutmag isteyirdim, goymadın, bu gece de ki, bele.
Ağ guş derinden bir ah çekib dedi:
-Tufanda seni ona göre yere düşmeye goymadım ki, o tufan gızın atası idi, atdan düşen kimi seni öldürecekdi. Ne geder ki, sen atın üstündeydin, o sene bata bilmirdi, - bunu deyib üzünü gıza çevirdi, - düzdür, ya yox?
Gız başı ile “he” cavabı verdi.
Ağ guş sözüne davam eledi:
-O gızı yeherli at gızın emisi idi, sen elini ona vuran kimi yıxıb atdan yere salacagdı, düzdür?
Gız yene onun dediyini tesdigledi.
-Bu gece ona göre senin otağında yatdım ki, gızın gardaşı ağ ilan olub, seni öldürmeye gelmişdi. Gece sen yuxuda olanda men o ilanı öldürmüşem, düzdür?
Gız yene onun dediyini tesdigledi. Ağ guş iri bir ilan cemdeyini atdı ortalığa. Sonra yene derinden bir ah çekib dedi:
-Menim alnıma yazılmışdı ki, men gerek bir adama kömek edem.
Eger o adam merd çıxsa, ona gedem, eger namerd çıxsa ölem. İndi menim vaxtım tamamdı.
Bunu deyib ağ guş dönüb daş oldu. Hamı peşman oldu, amma sonrakı peşmançılıg fayda vermez. Şirzadın namerdliyi onu daşa dönderdi!

 
  Bugün 10 ziyaretçi (11 klik) kişi burdaydı! page counter >  
 
.
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol